YÜKLENİYOR...

Sigmund Freud Yazıları

Dinsel doktrinlerin yanılsama olduğunu kabul ettiğimiz anda karşımıza hemen bir soru daha çıkmaktadır: Üstün tuttuğumuz ve yaşamımızı yönetmelerine izin verdiğimiz diğer kültürel değerler de benzer nitelikte olamazlar mı? Siyasi kurallarımızı belirleyen varsayımların da yanılsama olarak tanımlanmaları gerekmez mi? Uygarlığımızda cinsler arasındaki ilişkilerin erotik bir yanılsama veya bu türden birkaç yanılsamanın müdahalesine maruz oldukları doğru değil midir? Bilimsel çalışmadaki gözlem ve akıl yürütme aracılığıyla dış gerçeklik hakkında bir şeyler öğrenebileceğimize olan inancımızın daha iyi bir temeli olup olmadığını sormaktan da, kuşkularımız bir kez uyandığına göre, artık geri duramayız. Hiçbir şey bizi, gözlemimizi kendi kendimize yöneltmekten veya düşüncelerimizi, kendi düşüncemizin eleştirisine uygulamaktan alıkoymamalıdır.

Bu alanda, sonuçları bir "Weltanschaung" (Dünya Görüşü) inşası için belirleyici nitelikte olarak yorumlanabilecek birçok inceleme ile karşılaşmaktayız. Dahası, böyle bir çabanın boşa gitmeyeceği ve kuşkumuzu en azından kısmen doğrulayacağı kanısındayız. Ama yazar, bu ölçüde kapsamlı bir görevi yerine getirme yoluna başvurmayacak ve çalışmasını bu yanılsamaların yalnızca bir tanesini -ismen söylemek gerekirse dini- sonuna kadar irdelemekle sınırlayacaktır.

Ama karşıtımızın gür sesi bizi duraksatıyor. Yanlışlarımızın hesabını vermeye çağrılıyoruz. "Arkeolojiye duyulan ilgi hiç kuşkusuz çok övgüye değer, ama eğer bir kazı sırasında konutların altını kazarak çökmelerine ve insanların yıkıntılar altında kalmasına neden olunacaksa bu arkeolojik kazıyı kimse üstlenmez. Dinin doktrinleri konusu, diğerleri gibi gelişigüzel tartışma konusu yapılabilecek bir konu değildir. Uygarlığımız bu doktrinler üzerine kurulmuştur ve insan toplumunun devamı, insanların çoğunluğunun bu doktrinlerin gerçekliğine inanmasına bağlıdır.

Eğer insanlara güçlü ve adil bir Tanrı olmadığı, ilahi bir dünya düzeni ve ölümden sonra yaşamın bulunmadığı öğretilirse, kendilerini uygarlığın hükümlerine uymaya iten tüm zorunluluklardan kurtulmuş hissedeceklerdir. Herkes, kısıtlanma veya korku duymaksızın kendi toplum dışı ve bencil içgüdülerini izleyecek ve kendi hükmünü geçirmeye çalışacaktır; uygarlığın binlerce yıllık işleyişi sonucu ortadan kaldırılmış olan kaos geri gelecektir. Dinin gerçeğin kapsamı içinde olmadığını bilsek ve ispat edebilsek bile, bu gerçeği gizlemeli ve "Sanki" felsefenin önerdiği gibi davranmalıyız; bu hepimizin varlığını sürdürmesinin yararına olacaktır. Ayrıca oluşturduğu tehlike bir yana bu, aynı zamanda amansız bir zalimlik de olacaktır. Sayısız insan tek huzuru dinsel doktrinlerde bulmakta ve ancak bunların yardımıyla yaşama katlanabilmektedir. Karşılığında daha iyi bir şey vermeden onları bu destekten yoksun bırakacaksınız. Bilimin şu ana kadar fazla bir ilerleme göstermediği ve bu ilerlemeyi başarabilse bile insan için yeterli olmayacağı kabul edilmektedir.

İnsanın, kuru, bilimle hiç bir zaman tatmin edilemeyecek daha değişik vazgeçilmez gereksinimleri vardır; insani konularda, içgüdüsel yaşamla karşılaştırıldığında zekânın ne kadar küçük bir rol oynadığı konusunda daima ısrarlı olmuş bir psikologun şimdi de insanlığı çok kıymetli bir azru-doyum aracından yoksun bırakmaya ve bunun entelektüel gelişmeyle telafi edilmesini önermeye çalışması çok garip -doğrusu tutarsızlığın doruğu- oluyor."

Bir solukta ne kadar çok suçlama! Ama ben hepsini delillerle çürütmeye hazırım. Ve dahası, eğer dine karşı bugünkü tavrımızı sürdürürsek uygarlığın, bu tavırdan vazgeçmemiz halinde belireceklerden daha büyük tehlikelere maruz kalacağı iddiasını öne süreceğim. Ama, yanıtıma nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Belki de bizzat benim, bu düşüncemin tümüyle zararsız ve tehlikesiz olduğunu kabul ettiğime sizi temin ederek başlayabilirim. Bu kez aklın değerini abartan ben değilim. Eğer, insanlar
benim karşıtlarımın tanımladığı gibilerse -ve onlara karşı çıkmak istemem- o zaman inançlı bir dindarın benim bu tartışmalarıma yenik düşüp inancından yoksun kalma tehlikesi yok demektir. Bunun yanı sıra ben, benden daha değerli kişilerin benden daha önce daha eksiksiz, güçlü ve etkileyici bir üslupla söylemiş olduklarından başka bir şey söylemiş değilim. Bu kişilerin isimleri herkesçe iyi bilinmektedir ve kendimi onlardan biriymiş gibi göstermeye çalıştığım izlenimini vermekten hoşlanmadığım için isimlerini burada ayrıca belirtmeyeceğim. Benim bütün yaptığım -ve bu benim yorumumda yeni olan tek şeydir- büyük öncüllerimin eleştirilerine psikolojik bir temel eklemek olmuştur. Benim yaptığım bu ekin, daha önceki çabaların yaratamadığı etkiyi yapması beklenmemelidir. Hiç kuşkusuz bu noktada bana, etkisiz olacaklarından eminsen- bu şeyleri yazmamın ne anlamı olduğu sorulabilir. Bu konuya daha sonra değineceğim.

Bu yayının zarar verebileceği tek kişi benim. Yüzeysel, dar görüşlü, bir idealden veya insanlığın en yüce çıkarlarını anlamaktan yoksun olduğum konusunda en can sıkıcı serzenişleri dinlemek zorunda kalacağım. Ama bu tür sitemler benim için yeni bir şey değildir. Ayrıca, daha gençliğinde çağdaşlarının ayıplamalarının üzerine çıkabilmeyi öğrenmiş olan ve yakın bir gelecekte tüm beğeni ve karşıtlığın artık kendisine ulaşamayacağından emin olduğu yaşlılık çağında bulunan bir adam için bu sitemler ne ifade edebilir ki? Eski çağlarda durum değişikti. O dönemlerde benimkilere benzer laflar, kişinin dünya üzerindeki varlığının mutlak bir biçimde sona ermesi ve ölümden sonraki yaşam konusunda kişisel bir deneyim kazanma fırsatı hızla elde etmesi sonucunu getirmekteydi.

Ama tekrar ediyorum, o dönemler geçmiştir ve günümüzde buna benzer yazılı eserler, yazarlarına, okurlarına olduğundan daha fazla bir tehlike getirmemektedirler. Olabilecek en kötü şey, bu kitabın başka bir dile çevirilmesinin ve dağıtımının şu veya bu ülkede -ve elbette tam da kültürünün yüksek standardından çok emin olan bir ülkede- yasaklanmasıdır. Ama kişi kadere boyun eğmeyi ve arzularından feragati biraz olsun mazur görebiliyorsa bu türden bir zarara da katlanabilmelidir.

Bu eserin yayınlanmasının her şeye rağmen -bir kişiye değil bir davaya, psikanaliz davasına- zarar verip vermeyeceği sorusu da aklıma geldi. Çünkü benim eserim olduğu inkâr edilemeyen psikanaliz, yaygın bir güvensizlik ve kötü niyetle karşılanmıştır. Eğer şimdi böyle hoşnutsuzluk yaratan bildirimlerle ortaya
çıkarsam insanlar benim kişiliğimden psikalanize doğru yönelmeye hevesleneceklerdir. "İşte" diyeceklerdir, "psikanalizin bizi nereye götürdüğünü artık görebiliyoruz. Maske düştü, psikanaliz bizim daima kuşkulandığımız gibi Tanrının ve ahlaki bir idealin reddine yol açmaktadır. Bunu öğrenmememiz için psikanalizin bir Weltanschaung'u olmadığı ve böyle bir şey yaratmayacağı düşüncesiyle aldatılıp durduk."
Bu tür bir feryat, bazıları benim din sorunları karşısındaki tavrımı hiçbir şekilde paylaşmayan çok sayıdaki çalışma arkadaşım dolayısıyla, benim için gerçekten can sıkıcı olacaktır. Ama psikanaliz birçok fırtınalar geçirmiştir ve bu yeni fırtınayı da göğüslemelidir. Gerçekte psikanaliz bir araştırma yöntemidir, cebir gibi
tarafsız bir araçtır. Eğer bir fizikçi, cebir yardımıyla dünyanın belirli bir süre sonunda yok olacağını bulsaydı, cebire yok edici eğilimler atfedip onu yasaklama konusunda acele etmezdik. Dinlerin gerçeklik değeri aleyhinde burada söylediklerimin hiçbirisi psikanalizin desteğini gerektirmedi, bunlar analizin
ortaya çıkışından çok önce başkaları tarafından zaten söylenmiştir. Eğer psikanalitik yöntemin uygulanması, dinin doğrularına karşı yeni bir tartışma yürütülmesini mümkün kılıyorsa, onu din düşünsün! Ama, din yandaşları da dinsel doktrinlerin duygusal önemine tam değerini vermek için, psikanalizden
yararlanma konusunda aynı hakka sahiptirler.

Şimdi kendimizi savunmaya devam edelim. Dinin insan uygarlığına büyük hizmetler yaptığı açıktır. Din, toplumdışı işgüdülerin ehlileştirilmesine büyük katkıda bulunmuştur. Ama bu yeterli olmamıştır, insan toplumunu binlerce yıl boyunca yönetmiş ve erişebileceği şeyleri göstermek için yeterli zamana sahip
olmuştur. Eğer insanların çoğunluğunu mutlu kılmayı, rahatlatmayı, yaşama katlanmalarını sağlamayı ve onları uygarlığın araçları haline getirmeyi başarabilseydi hiç kimse bugünkü koşulları değiştirme girişiminde bulunmayı hayal etmezdi. Ama bunun yerine ne görüyoruz? Kişiyi dehşete düşürecek kadar
çok sayıda insanın uygarlıktan hoşnutsuz ve uygarlık içinde mutsuz olduğunu, uygarlığı kaldırılıp atılması gereken bir boyunduruk olarak algıladıklarım, bu insanların ya uygarlığı değiştirmek için güçlerinin yettiği herşeyi yaptıklarını ya da uygarlık veya içgüdü kısıtlamasıyla hiçbir ilişkileri kal-mayıncaya kadar
uygarlık düşmanlığında ileri gittiklerini görüyoruz. Burada, bu durumun, tam da bilimdeki ilerlemelerin acıklı etkileri nedeniyle dinin insan kitleleri üzerindeki etkinliğinin bir bölümünü yitirmiş olması gerçeğinden kaynaklandığı söylenerek bize itiraz edilecektir. Bu itirazı ve gerekçesini kaydedip ileride kendi amaçlarımız için kullanacağız; ancak itirazın kendisinin hiçbir gücü yoktur.

Dinsel doktrinlerin doludizgin hüküm sürdüğü dönemde insanların genellikle daha mutlu oldukları kuşkuludur, daha ahlaklı olmadıklarıysa kesindir. İnsanlar, dinin hükümlerini dışsallaştırmanın ve böylelikle onların amaçlarını geçersiz kılmanın yolunu daima bulmuşlardır. Görevleri dine itaati sağlamak olan rahipler de bu yolda kendilerine düşeni yapmışlardır. Tanrının iyiliği, adaleti üzerinde sınırlayıcı olmalıdır. Kişi günah işler, bir özveride bulunur veya kefaretini öder ve böylece bir kez daha günah işlemekte serbest kalır. Rus içgözlemciliği, ilahi inayetin tüm lütuflarına mahzar olabilmek için günahın vazgeçilmez önkoşul olduğu, dolayısıyla sonuçta günahın Tanrının hoşuna gittiği sonucunu çıkaracak bir aşırılığa kadar varmıştır. Rahiplerin kitlelerin dine itaatini ancak insanın içgüdüsel tabiatına böyle büyük tavizler vererek sağlayabildikleri bir sır değildir. Böylece şu kanıya varıldı: Yalnızca Tanrı güçlü ve iyi, insan ise zayıf ve günahkârdır. Her çağda ahlaksızlığın dinden aldığı destek, ahlakın aldığından az olmamıştır. Eğer dinin insanın mutluluğu, kültür karşısındaki duyarlığı ve ahlaki denetimi konusunda gerçekleştirdiği ilerlemeler bu saydıklarımdan daha iyi değilse, insanlık için gerekliliğini abartıp abartmadığımız ve kültürel
taleplerimizi bu temele oturtmakla akıllıca davranıp davranmadığımız sorulan ister istemez akla gelmektedir. Durumu bugünkü apaçık haliyle ele alalım. Dinin, artık insanlar üzerinde eski dönemlerdeki kadar etkili olmadığının kabul edildiğini biliyoruz. (Burada Hıristiyan Avrupa uygarlığından sözetmekteyiz.) Bunun nedeni dinin vaadlerinin azalmış olması değil, insanların bu vaadleri daha az inanılır bulmasıdır. Bu değişikliğin -muhtemelen tek olması bile- bir nedeninin, insan toplumunun üst katmanlarında bilimsel ruhun artması olduğunu kabul edelim. Eleştiri, dinsel belgelerin kanıt oluşturma değerini yontarak azaltmış, doğal bilimler bu belgelerdeki yanlışları ortaya çıkarmış, saygı duyduğumuz dinsel düşünceler ile
ilkel insanlar ve zamanların zihinsel ürünleri arasındaki ölümcül benzerlik karşılaştırmalı araştırma alanında hayret ve şaşkınlığa yol açmıştır.

Bilimsel ruhun dünyasal konular karşısındaki belirli bir tavrı vardır; dinsel konular karşısında ise bir an durur tereddüt eder ama sonuçta bu konuda da eşiği aşar. Bu süreçte hiç duraklama yoktur; bilginin hazineleri ne kadar çok sayıda insana ulaşabilirse dinsel inançtan ayrılma o kadar yaygın olmakta, ilk önce dinin en modası geçmiş ve tartışma götürür uzantıları, ama sonra temel önermeleri de terk ettirmektedir. Yalnızca Dayton'da "maymun davası"nı* açan Amerikalılar bu konuda tutarlı olduklarını ortaya koymuşlardır. Kaçınılmaz geçiş başka yerlerde yarım önlemler ve sahte davranışlar aracılığıyla sağlanmıştır. *: ABD'nin Tennessee eyaletinde küçük bir kasaba olan Dayton'da 1925 yılında bir fen bilgisi öğretmeni hakkında "insanın daha ilkel hayvanlardan türediğini" öğrettiği için dava açılmıştır.
Uygarlığın eğitim görmüş insanlar ve kafa işçilerinden korkacak pek bir şeyi yoktur. Bu insanlarda uygar davranış için gerekli dinsel güdülerin başka güdülerle, laik güdülerle yer değiştirmesi sıkıntısız bir biçimde gerçekleşecektir; dahası, bizzat bu insanlar büyük ölçüde uygarlığın araçlarıdır. Ama uygarlığa
düşmanlık duymak için her türlü nedene sahip olan eğitilmemiş ve ezilen geniş kitlelere gelince farklı bir durum söz konusudur. Onlar, insanların artık Tanrıya inanmadığını öğrenmedikleri sürece herşey yolundadır. Ama benim bu yazım yayımlanmasa bile, bunu kesinlikle öğreneceklerdir. Onlar bilimsel düşüncenin sonuçlarını kabul etmeye hazırdırlar, ama bilimsel düşünüşün insanlarda gerçekleştirdiği değişikliği geçirmemiş olarak! Bu kitlelerin uygarlığa duyduğu düşmanlığın, kendilerini işe zorlayan bu düzende buldukları zayıf noktaya yöneltilmesi tehlikesi yok mudur? Eğer, komşunu öldürmemenin tek nedeni Tanrının bunu yasaklamış olması ve şimdiki veya sonraki yaşamda bu nedenle seni ağır bir biçimde cezalandıracağı korkusu ise, Tanrı diye birşey olmadığını ve onun gazabından korkman gerekmediğini öğrendiğin zaman komşunu hiç duraksamadan öldürürsün. Ancak dünyevi yaptırımlarla bunu yapman engellenebilir. Dolayısıyla ya bu tehlikeli kitleler en ağır biçimde baskı altına alınmalı ve bir entelektüel uyanış olasılığından dikkatle uzak tutulmalı ya da uygarlık ve din arasındaki ilişki temel bir revizyondan geçmelidir.